Gerçeğin
Aslı Bilinmelidir
Sorun,
bilmeye çalışmakta. Her gün, doğal, birçok şey görüp öğreniriz. Önce algılanır,
düşünerek de akıl kullanılır. Akılla yanılmaya karşı bilgiler ‘gerçekten mi’
denip teyit edilir. Görüp tanık olunan bir şeyin bile aslı araştırılır. Hele insan
ilişkileri çok yönlü yanılmalara neden olur. Gerçeğin bilinmesi yetmez aslı da
bilinmek istenir. Nedeni bilinmez, ama öyle!
Önce
“Kaos” kavramına değinelim. Kaos karmakarışıklık, düzensizlik değil, ilahî
denecek kadar, anlaşılması zor bir “düzenliliktir”. “Entropi” kavramı ise her şeyin,
zaman içinde, bilinen bir başlangıçtan, sürekli bir “Bozunum” ile belirli bir
sona gittiğini gösterir. Bir barajın potansiyel enerjisi, elektrik üretilerek
kinetiğe dönüştükçe, sıfıra doğru gider. Sürekli bir yeni oluşuma götüren bu bozunum
ise evrenin ilk anındaki bozulmamış mükemmeliyetin kanıtıdır. İlk andaki
mükemmel oluşum, “Düzenli” olarak,
bir bilinene gitmektedir. “Evren, kendini merak eden yaratıktır” denilir. “Âdem”
olgunlaşıp kemale ermesi gerektiğini idrak eden ilk insandır. “Âlem ile Âdem
ikizdir” ve bu âlemlerde aynı yasalar geçerlidir. Kur’an’da, ilahî düzenin
indirildiği, bu iki âlemde, bilinme amacı için, uygulandığı açıklanır. Kısaca,
“Kendini bilen olgun insan, kaosun bozunum halinden yücelerek çıkılan doruktur.”
Her
kişinin kendine özgü bir ağırlığının olduğu bilinir. Bilge veya bilgin kişilerin
bir çeşit kütlesel ağırlığı vardır. Bilgili olanların çekim güçleri de vardır, çevrelerinde
dinleyicileri toplanır. Bilgi edinenler, ışıklarını, yaşayan veya tarihsel
kişilerden aldığını söyler. Bu kişilerin tuttuğu ışığın yollarını
aydınlattığından söz edilir. Görüldüğü gibi bireylerin kütlesel ağırlıklarının,
çekim güçlerinin, ışık yaymalarının, ışıklarının diğer kişilere ulaşmasının
varlığı gerçektir. Söz konusu ‘kişilik ağırlıkları’, ‘çekim güçleri’, ‘ışık
yaymaları’, ‘aydınlanma’ hallerinde de “Gökbiliminin” “izafiyet”, görelilik
kuramı geçerlidir. Işık, bir kaynaktan gelir. Bilgi de ışıktır, ilim sahibinden
alınır. Işığın yolculuğu gibi, bilgi alışverişi de aynı tip yanılmalara yol
açar. Yanlış anlama ve anlatış olabilir, aslı aranmalıdır. Örneğin Mevlana,
Mevlevî değildir. Güneş ışığını yansıtan Ay, Güneş değildir. Işığı arayan
Güneşe varmalıdır.
Görelilik
kuramına göre kütleler birbirini çekmez, “gravite” bir kuvvet değildir. Dünya,
Ayı çekmez, görünüş öyle olsa da, çekiş eski bilgidir. Yeni “Görelilik Kuramı”
bilgisine göre bu durum uzay-zaman ortamında aynı çizgi üzerinde hareket eden
cisimlerin çarpışmasıdır. Bağımsız bir zaman boyutu yoktur. Üç boyutlu ‘uzay’
ile ‘zaman’ bağımsız değil, birleşik alan oluştururlar. Dört boyutlu
uzay-zaman, uzay ve zamanın toplamı değildir. Kütleler, dört boyutlu “uzay-zamanda”
hareket eder. Her kütle, uzay-zamanı kütlesinin büyüklüğü ölçüsünde büker.
Güneşin kütlesi uzay-zamanı
büker. Dünya, Güneşin büktüğü dört boyutlu uzay-zamanda düz bir yol izler ama üç
boyutlu uzayda eğri bir yörüngede görünür (1). “Hiçbir şey göründüğü gibi
değildir” deyiminin bir anlamı da bu olabilir. Paralel ve dik çizgilerle
tanımlanabilen uzay-zamanın bükülmesi, çizgiler boyunca doğru yol izleyen,
ışığın da bükülmesini sağlar. Işığın bükülmesi bir yıldızın konumunda yanıltır.
Örneğin, Güneş tutulması sırasında Güneşin arkasında olan bir yıldızın ışığı
bükülerek geldiğinde, bükülen ışığın doğrultusunda, açığında görünür. Hz. Mevlana’nın
kütlesinin büktüğü ışığın kaynağı, aslı bilinirse, bükülen ışığının geldiği
yerdedir, bu ışığın doğrultusunda değil.
Aynı
şekilde, görüşleri aktarılan veya ışığından yararlanılan, bilgi, anlayış ve
idraki yoğun, bir kişiliğin dediği yanlış anlaşılır ve yanlış anlatılabilir.
Örneğin, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” deyimini kim söylemiştir
diye sorulsa, hemen herkesin cevabı “Yunus söylemiştir” olabilir. “Yunus diye
görünen Yunus olur mu hiç?” denilince de doğru cevap bulunur. Karşımızdakinin
idrakinin yoğunluğunu bilemediğimiz her durum için aynı yanılgı söz konusudur.
Herkes gördüğünü anlatsa bile, hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyerek,
yanılma payı, işin aslı hesap edilip bilinmelidir. Hemen her durumda “doğru
söylüyorsun ama yanlış anlıyorsun” denilip bu hesap yapılmalıdır. Göz ile
görünen ışığın kaynağının yerini hesap eder gibi basiretli görüş için de hesap
gerekir. Yanılgı baki kalır!
Akşam
ve sabah saatlerinde ufuk çizgisinin üstünde görünmesine karşın Güneşin ufkun
altında oluşu bilimsel bir gerçektir. Göründüğü yerde olmayışının kanıtı Güneşe
çıplak göz ile bakılabilmesidir. Bu görüntü “Gözüme mi inanayım sana mı?”
dedirten durumdur. İşte gerçeğin aslını bilmenin öncesi ve sonrası halimiz.
Gerçek bilinmeden önce inanılır ve inanılanın aslı bilindikten sonra ancak
gerçek aşikâr olur, bilinir. Gerçeğin görülmesi yetmez, gerçeğin aslının bilinmesi gereklidir.
Gerçeğin aslı bilinmeden bilindiği zannedilen gerçek inanılan gerçekliktir.
Kur’an’ın oku, düşün, tefekkür et, ara, bil, bul gibi kavramlara neden önem
verdiği anlaşılır. Kitabın aracısız, doğrudan kuluna hitap ettiği apaçık
yazılır ve söylenir. Okunan ayet düşünülüp tefekkür edilmelidir. Kul tüm
gerçeği, dış âlemde değil içinde bulmalıdır. Kendi âleminin derinliklerine
inerek, kendini bilerek, hitap edicisine, öğreticisine ulaşmalıdır. Gerçek
görülmeli ve bu gerçeğin aslı da tefekkür edilerek bilinmelidir. Görünenin bilinmesiyle,
bilinmenin gerçekleşmesiyle, yanılan benliğin ortadan kalkışı idrak edilir.
Her
insan kendine özgü bir âlemdir, dış âlem düşünülerek iç âlem oluşturulur. Bu iç
âlem dış âlemin benzeridir, emsalidir, mislidir. Birinde ne varsa diğerinde de
aynısı vardır. Âlim ve ariflerin, bilgi ve idraklerinin yoğunluğu nedeniyle,
açıkça ortaya koydukları gerçeğin anlaşılması birçok kişi için zordur. Bu
zorluğun nedeni ışığın, kütlelerce bükülmesi veya kara deliklerce yutulması olabilir.
Işık kullanılırsa ve yararlı bir şekilde kullanılırsa işe yarar. Işık ve
bilginin, uzay-zaman içindeki yolculuğunu ve bükülme hesaplarını dikkate
alarak, kaynağını değerlendirmekle yarar sağlanabilir. Işığın ayrıca ısı ve
rengi de yararlıdır. Bilginin kaynağı da aynı şekilde değerlendirilebilir,
bilginin kendisi de yararlı olabilir. Yunus Emre’nin dediklerini, yaşamadan,
tercüme ederek anlayıp, Yunus’un hislerine tercüman olmuş gibi bir başkasına
anlatan kişi, ışık oyunları nedeniyle, yanılır ve yanıltır. Anlamasındaki
güçlükler başka, anlatmasındakiler başka, anlaşılmasındaki güçlükler ise
bambaşka olabilir. Genel Görelilik Kuramını ne kadar anlayabildik ki
anlatabilelim?
“Yaratılmışı
severim Yaratan’dan ötürü” deyimini halk genel olarak yaratılmışları,
Yaratan’ın hatırı için sevdikleri anlamında alır. Oysa bilge kişi
“yaratılmışları Yaratan’a ulaşmak için severim” demiş olabilir. Aksi halde “amaç”
olması gereken “Yaratan” arada ve “araç” olarak görülebilir. “Yaklaşması için
kuluma nimetlerimi sevdirdim” kutsal bir mesajdır. Algılamaktan sonra akıl
erdirme ve en sonunda aslını öğrenmenin gelmesi sanki “ilmen” ve “aynen” gibi,
“algılama”, “aklı kullanma” ve “aslını öğrenme” aşamalarının olduğunu gösterir.
Herkes
her konuya aynı derecede açık değildir. Örneğin, inanç konularına kendini
kapatmış bir kişiye bu açıdan ve bu konudan bir şey ulaştırmak mümkün olmaz. İç
âleminde, bu alanda, bazı yoğun yanlış bilgilerin çöküşü nedeniyle, bir
kara-delik oluşmuş olabilir. Ne söylenirse söylensin bu alandan hiçbir bilgi,
ışık gibi, geçemez; aklı, kalbi ve idrakine ulaşamaz. Kendini, bilimsel olma
uğrunda, şüpheye ve şüphelenmeye adamış biri herhangi bir bilimsel konuyu
bildiğinden de emin olamaz ve bildiğine de inanamaz. Çünkü aklında hep “aksi
ispat edilinceye kadar doğru” kavramı vardır. Benzer şekilde şeksiz, şüphesiz
inanan birisine inandığının aslını öğretmek de mümkün olamaz. “Bilinmeyi sevmiş
de evreni yaratmış” denilse “ben bilmem, anlamam, sorgulamam, sadece inanırım”
diyebilir.
Beş
duyumuz ile algıladığımız hiçbir şey öyle, o kadar, algıladığımız gibi olamaz
aslını öğrenmemiz gerekir. İç ve dış âlemimizin yanılgıya düşüren halleri iyi
bilinmelidir. Din ve bilim, sağ ve sol gözümüz veya beynimizin sağı-solu gibi,
uyum içindedir. Aynı gerçeğin farklı açılardan ama bir olarak algılanması ve
bilinmesi amaçlanır. Din de ilim de akıl ve akıllı içindir. Maddenin, ilmin bir
hali, yoğun hali, suyun buz hali gibi kesif hali olduğu açıktır. Dr. Hawking
her şey ilminin deposudur derken
bunu kasteder. Hayat non-material,
maddesel,
donanımsal değil bir yazılımdır diyen de, “Evren ‘düzenli’ bir ‘hiçlik’ imiş”
diyen
bilim adamı da aynı şeyi kasteder. Türk Einstein olarak bilinen Oktay Sinanoğlu’nun
“Moleküllerin elektronik yapısı” kuramına göre elektronlar, yörüngelerinde
bağımsız olarak değil, ‘düzenli’ etkileşim içinde hareket eder. Her iki
âlemde de düzen, ilim, yasalar önemlidir, esastır, özdür. Görmek, işitmek gibi
algılamak yetmez, gerçeğin aslını öğrenmek, aklı durdurma pahasına, hesaplamak
şarttır. Akıl, muhteşemin ihtişamına âşık olur, aşk içinde de işleyişi durur.
İnsan,
gördüğü manzaranın muhteşemliği, tattığı lezzetin harikalığı, dinlediği müziğin
keyfi, parfümün kokusunun zevki ve dokunduğu sevdiğinin ömre bedelliğiyle
kendinden geçebilir. Algılar güzel, çok güzeldir ama araç mıdır amaç mı? Araç
ise amaç nedir? Evren kendini merak ediyorsa, Âdem olarak, olgunlaşıp kendini
bilmeye çalışıyorsa, yaradılışın amacı “Bilinmek” ise ve her şey görünenden
bilerek bilinmeye gidiş ise biz bu işin neresindeyiz, ne zamandan beri, ne
zamana kadar? Belki de herkesin ‘sen’ dediği vücuda ‘ben’ diyen bir bencillikle
“Bilmek istemek”, en başta belirtildiği gibi, esas sorundur!
(1) Dr. Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder